Kynodontas

Dogtooth (Kynodontas) yönetmenliğini Giorgos Lanthimos‘un yaptığı komşunun “oldukça rahatsız edici” sıfatını hak eden başyapıtlarından biri. Film, isimsiz bir ailenin küçük çaptaki distopyalarını konu alıyor. Filmi “rahatsız edici” olarak betimliyorum; zira açılış sahnesinden kapanışa, bu isimsiz ailenin dünyadan tam anlamıyla bi’haber çocuklarının çaresizliklerine şahit oluyoruz. Durağanlığına rağmen yönetmenin seyirciyi ekrana kilitlemeyi başarması da bu yarattığı yeni dünyanın tuhaflığından ve Yunanca’nın fonetiğinin güzelliğinden kaynaklı olsa gerek.

Kaset çalardan gelen ses duygusuz bir sesin, ilk gençlik yıllarının sonlarına yaklaşmış gibi görünen çocuklara gündelik hayatta kullandığımız kelimelerin anlamlarına dair açıklamalarıyla başlıyor film.  “Otoyol” kelimesini “küçük bir rüzgar”, “gezinti” kelimesini “bir yapı malzemesi” olarak tanımlayan bu ses, seyirciyi linguistik alanda yarattığı bu dezenformasyonlarla abandone ediyor. Bu sahneler, Wittgenstein‘ın “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” sözünü akıllara getiriyor. Filmin henüz başlarındayken gözümüze çarpan bir başka detay da, bu tuhaf ailedeki bireylerin hiçbirinin bir isme sahip olmaması. Birbirlerini “baba”, “anne”, “kız kardeş” olarak çağıran aile, asla aşılamaz görülen duvarların arasında izole bir evde yaşayan bu ailenin çocuklarının “kusursuz” şekilde yetişmesini ve “sonsuza dek mutlu yaşamalarını” sağlayacak her şey mevcut. Evin kurallarına göre evden dışarı çıkabilmek içinse araba şart. Baba her gün evin ihtiyaçlarını karşılamak için arabasına binip akşamüzeri çocukların gardiyanlığını yapmak üzere kendi yarattığı izole distopyasına geri dönüyor. Ayrıca  satın aldığı her şeyin ambalajını yırtarak çocukların dış dünyaya karşı uyanmasını engelliyor.

4080_1

Film ilk izlendiğinde filmin ilginç ya da eksik yanlarından gibi gözüken şeylerden biri çocukların dışarıya olan meraksızlığı dikkat çekiyor. Malum çocuk dediğin bilim adamı gibi araştıran ve sorgulayan bir varlık. Bu noktada kendinize karşı argüman olarak John Locke‘un “Tabula Rasa” teorisini öne sürebilirsiniz. Locke‘a göre “insanın zihni doğduğu zaman ‘boş levha’dır” ve bunu şekillendirmek eğitimle mümkündür. Günlük yaşamdaki basit objelerden evrensel ve soyut konseptler hakkındaki düşüncelerimiz, her şey deneysel yaşantımızla ilgilidir. Yani, filmdeki gibi hasta ruhlu bir ebeveyn tarafından büyütülmüş ve kelime dağarcığından matematiksel konseptlere kadar her bir bilgi zerresini kısıtladığı çocukların nispeten meraksız ve dar bir hayat görüşüne sahip olmaları aslında normal. Zaten evin çiğnenemez kurallarından biri olan “Biri ancak köpek dişi düştüğü zaman evden ayrılabilir; çünkü ancak o zaman vücudu dışardaki tehlikelerle başa çıkabilecek duruma gelmiştir.” ve duvarların ardındaki “canavarlar” miti çocukları sıkı sıkıya eve bağlamış durumda.

Filmin ortalarına doğru, evin oğlu bahçede günlük hayatımızda onlarcasını gördüğümüz kedilerden birini gördüğü zaman çılgına dönüp kediyi katlediyor. Bu olayı çocuklar için normalleştirmek adına meğerse geçmişte duvarın ardına geçen bir erkek kardeşin varlığından haberdar oluyoruz. Ancak film sırasında edindiğimiz pek çok bilgiye karşı olduğumuz gibi buna da septik yaklaşıyoruz, zira bu da çocukları eve bağlamak için yaratılmış milyonlarca hikayeden biri olabilir.

6a00e54ee7b6428833014e603fb9d6970c-500wi

Baba’yı köpek eğitim merkezi gibi görünen bir kurumda gördüğümüz sahnede, filmin adının nereden geldiğini ve bu eğitim sisteminin neyi model alarak uygulandığını çözmeye yaklaştığımızı hissettiriyor. Bu noktada Lanthimos “davranışçılık” akımına gönderme yapmış gibi gelebilir- Pavlov ve köpeği vakası. Böyle düşünmemizin bir sebebi de eve sürekli hakim olan yarış hali. Uçak yakalama, yüzme ve benzeri aktiviteleri hırs içinde gerçekleştiren çocuklar birinci oldukları takdirde “sticker” kazanıyor ve o akşamın eğlencesini seçiyor. Tabii eğlencenin sınırları da çoktan belli: piyano dinlemek ya da geçmişten video kamera görüntüleri.
Şartlandırma ve korkutmanın yanı sıra evdeki eğitimin bir başka faktörü de sübliminal mesajlar. Ailecek oturmuş Frank Sinatra‘nın Fly Me To The Moon”unu dinlerken baba İngilizce- Yunanca simultane çeviri yapıyor: “Baba bizi sever. Anne bizi sever. Biz onları sever miyiz? Evet severiz.  … Ailem benimle gurur duyuyor çünkü ben iyiyim. İyiyim çünkü hep daha fazla çabalıyorum. Canım evim çok güzelsin, seni çok seviyorum ve seni asla bırakmayacağım”
Dış dünyayla evin tek bağlantısı ise babanın iş yerinde güvenlik görevlisi olarak çalışan Christina. Evdeki fonksiyonu erkek çocuğun cinsel isteklerini tatmin etmek. Evde en başta öngörülememiş tehlikelere yol açan Christina’nın ilk icraatı evin oğluna zombilerle ilgili bir rüya gördüğünü anlatmak oluyor. Akşam annesine zombinin ne demek olduğunu soran oğlan “küçük sarı bir çiçek” cevabını alan oğlan için artık bahçede onlarca “zombi” vardır. Ancak evdeki garip durumun ve çocukların saflığının farkında olan Christina eve girip çıktığı süre içinde çocukları kendi arzuları doğrultusunda kullanıyor. Öbürlerine nazaran dış dünyaya daha meraklı gözüken “büyük” kız kardeşle anlaşma yapan Christina, simli bir saç bandı karşılığında kendini tatmin ettiriyor. Olayın tekrarlaması sonucu gözleri açılan “büyük” kız kardeş bir dahaki sefere Christina’dan çantasındaki DVD’yi istiyor ve bu deyim yerindeyse onun rönesansı oluyor. Bu DVD’yi izledikten sonra normal insanların “Bruce” gibi özel isimleri olduğunu fark ediyor; ancak konsepte yabancı olduğu için kız kardeşinden kendisini “Bruce” diye çağırmasını istiyor.

Dogtooth-7

Filmin en etkileyici sahnelerinden biri olan evlilik yıldönümü kutlamasında küçük kız kardeşi ablasını taklit ederken, ablasını ise kendi içgüdülerine göre dans ettiğini görüyoruz. Bu sahnede büyük kız kardeş kendi vücudunu yeni keşfediyor gibi gözüküyor. Bütün bunlar ışığında Christina’nın aynı anda hem Havva olduğunu ve ev halkına “elma”yı tanıttığını hem de iblis olarak çocukların saflığını kullandığını söyleyebiliriz.
Büyük kız kardeşin farklı olanın tadına varmasıyla birlikte dış dünyaya karşı merakı artması, onu tanımak adına acı eşiğinin çok üstünde bir deneyim yaşamasına sebep oluyor ve evdeki dambıl ile köpek dişini düşürüyor. Filmin bana göre en trajik tarafı, kurallara karşı gelip kaçmayı göze aldığında bile kuralları izlemesi ve duvarın ardına geçmek için babasının arabasının bagajına girmesi. Bu durum için en doğru tanımsa “öğrenilmiş çaresizlik” olsa gerek. Son bir anekdot olarak, ebeveynlerin büyük kız kardeşin yokluğunu fark edişi ve aramaya çıkışının ardından kameranın film boyunca sabitlenmiş hali kayboluyor ve sallanmaya başlıyor, bu evdeki düzenin ve çarpık eğitimin sarsılışına işaret etmekte olsa gerek.
Kimisine göre Lanthimos’un Dogtooth’u alegorik bir eser ve bu izole yaşantıya sahip aileyle komünizmi temsil ediyor. Kelimelerin değişen anlamları, dış dünyada ne olup bittiğine dair uygulanan sansür, vatandaşları dünyadaki en iyi ve huzurlu yerde yaşadıklarına dair ikna etme çabası, ambalaj ve marka kavramlarını yok etme, kolektivizmi empoze etme ve küçük şeylerle mutlu olma alışkanlığı kazandırma bu ideolojinin temel taşlarından sayılabilir ve film bu konulara dair pek çok örnek içermekte. Öyle ya da böyle, “Dogtooth” insanı huzursuz eden, yaratıcı ve olağandışı, bittiğinde seyirciyi tonlarca soruyla baş başa bırakan bir yapıt.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir