Sinemada Modern Toplumun Bir Yansıması: The Bothersome Man

     “The Bothersome Man, terörden, stresten, geçim kaygısından, politik sinir harplerinden ve bizim günlük yaşamımıza mâl olmuş bilumum problemlerden uzak; kıskanılası yaşam standartlarının keyfini çıkaran İskandinav toplumunun iç yüzünün hiç de öyle iç açıcı olmadığını gözler önüne seren bir Norveç filmi. Yönetmen Jens Lien, 2006 yapımı bu başyapıt niteliği taşıyan kara komedisi ile kendi toplumunu, insanı dehşete düşüren nötrallikleri ve tepkisizliklerinden ötürü kıyasıya eleştirmiş ve fıtratında kuzeyler sevmek olan bendenizi sorgulamalara itmiştir.

Özellikle filmin açılış sahnesinde metro istasyonunda öpüşen çiftin mekanikliği ve öpüşme eylemi ilişkinin normlarından biriymiş gibi zorla yapan tavırları ilerleyen dakikalarda nelerle karşılaşabileceğimize dair ipucu niteliği taşımakta. Filmin esas oğlanı Andreas’ı da bu sahnede görüyoruz. Bir süre çifti izledikten sonra darlanıp kendini metronun önüne atıveren Andreas’ı birkaç saniye sonra bir çölde buluyoruz. Bu sahne beni fazlasıyla “Çöl ‘middle of nowhere’ hissinin en güzel aktarılabileceği ortammış meğerse” şeklinde düşünmeye sevk etti. Ayrıca gelecek sahnelerle birlikte değerlendirdiğimiz takdirde, kahramanımızın buraya tek başına bir otobüsle gelmesi anne rahminden dünyaya doğru atılan bir adım olarak da yorumlanabilir. Sonrasında Andreas isimsiz bir şehirde daha önce görmediği bir eve bırakılıyor ve hikaye başlıyor.


den-brysomme-mannen-558781l

 

Özet geçmek gerekirse mükemmel bir işi, güzel bir kız arkadaşı -hatta güzel iki kız arkadaşı-, dostları, iyi döşenmiş eviyle birçoklarının “tatlı hayat” şeklinde değerlendireceği yeni yaşamına merhaba diyor. Zaman içinde hayatının bu kadar düz olması, “Sadece cumartesileri misafir kabul etmek” gibi enteresan kurallarının olması ve günlük yaşamındaki insanların adeta birer “fark etmezlik eğrisi” olması Andreas’a bir şeylerin ters gitmesi gerektiğini fısıldamaya başlıyor. Kız arkadaşı Anne-Britt’ten ayrılıp işyerinde gözüne kestirdiği Ingeborg’la ciddi bir ilişkinin temellerini atmak üzere bir sürpriz yaptığında ise Ingeborg’a göre herkesin iyi olduğunu ve bir seçim yapamayacağını öğreniyor. Hatta Ingeborg için Andreas’ı başka bir kadınla paylaşmanın bir problem olması söz konusu bile değil. Çünkü o da fark etmezlik eğrisinin ta kendisi. Tabii bu durum Andreas’ın kısmetsizliğinden kaynaklı değil, bu isimsiz şehirdeki bütün insanlar romantik diyaloglardan, bağlanmaktan, tutkudan kaçış halinde.

Filmin genel akışında Andreas “Nerden geldim?” ve “Nereye gidiyorum?” gibi varoluşsal soruların peşinde görünüyor. Daima yalnız. O kadar yalnız ki, bir gün tuvalet kabininde sıcak çikolatanın tadı gibi oldukça spesifik bir histen bahseden yüzünü dahi görmediği birini bulunca kendini ona yakın hissedip karşısındaki bu anonim karakteri keşfetmeye çalışıyor. Beş duyusunu da sonuna kadar kullanma bilincinde olan Andreas, “gerçek kek”in kokusunu duyumsamak adına duvarları delip tüneller aşıyor, tutkunun sınırlarını zorlamak için “iyi giden” diye tabir edilebilecek bir ilişkiyi başka bir kadın için bitiriyor, sokakta gördüğü rastgele insanlarla sohbet atmaya çalışıyor -ki bu güvenli alandan çıkışa delalet- hatta bu uğurda parmağını feda ediyor.
Andreas-Trond-Fausa-Aurvåg-i-Den-brysomme-mannen

Filme dair enteresan anekdotlardan biri de gri arabalı üç adamın anormal şeklinde tanımlayabileceğimiz ve günlük akışı bozan durumlarda ortaya çıkması ve durumu düzeltip ortadan yok olmaları. Bir adam intihar mı ediyor, gelip camları ve yerleri temizliyorlar; Andreas “gerçek kek”e ulaşırken duvarı mı deliyor, hop Andreas’ı evine götürüp duvarı sıvıyorlar. Bu bağlamda adamların “toplumun iyiliği” için çalışan “normalleştiriciler”  oldukları yorumu yapılabilir. Toplumun “self-control” mekanizmasını temsil etmek adına şahsen başarılı bulduğum imgelemlerden biri. Bir diğeri ise “duvardaki delik”. Çünkü zemin katlar ve çatı katları sinemada bilinçaltının en önemli temsillerindendir. Andreas tuvalette tanıştığı toplumdan epey farklı bir çizgide ilerleyen ve “hisseden” adamı kafasındaki sorulara cevap bulmak üzere takip ederken bu tuhaf yabancının apartmanında bir delik keşfediyor. Bu deliğin şeklinin vajinaya benzemesi annelik veya seksle ilişkilendirilebilir, zira filmde bu duvardaki deliğin Andreas’ı mat renklerden canlı renklere, yani farklı bir boyuta taşıması gibi bir fonksiyonu var.

den_brysomme_mannen

 

Kısaca filmin çekim tekniklerine de göz atacak olursak yönetmen kısa diyaloglar kullanmayı tercih ederek İskandinavlığını göstermiş. Karakterlerin saç ve giyim tarzları kişilikleri hakkında epey fikir sahibi etmekte seyirciyi. Mekan seçimleri ise filmin ana temasıyla oldukça uyumlu: gökdelenler, mat renkler, Ikea katalogu gibi evler vesaire. Uzun lafın kısası, filmin mizanseni Norveç estetik algısına dair pek çok ipucu taşıyor.

Materyalist, pek insanî olmayan ve mekanik ilişkilere ve hayat algısına sanatsal bir eleştiri niteliğindeki “The Bothersome Man” gerçeğe epey yakın bir modern toplum distopyası.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir